***** Dikkat, kitap hakkında spoiler içermektedir *****
Haruki Murakami, uzun zamandır okumayı istediğim yazarlardan biriydi ve sonunda “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” ile son dönemin bu en başarılı yazarlarından birini okuma imkanı bulabildim.
Ancak bitirdikten sonra dönüp baktığımda betwild twitter bu kitabın, Murakami’ye başlamak için doğru bir kitap olup olmadığından emin slot turnuvaları 2024 değilim. Bunun nedenlerine gelmeden önce kitap hakkındaki genel değerlendirmemle başlayalım.
Kitap, Tokyo’da tek başına yaşayan ve istasyon binaları yapan bir mühendis olan Tsukuru Tazaki‘yi anlatmakta. Her ne kadar bütün hayatını öyle geçirmiş olmasa da “Yalnızlık”, kahramanımızı en iyi tanımlayacak kelimelerin başında gelmektedir. Çocukluk ve ilkgençliklerini Nagoya’da geçiren ve üniversiteye kadar birlikte okuyan, birlikte yaşayan, birlikte eğlenip birlikte gülen, iki kız ve üç erkekten oluşan beş kişilik sıkı bir arkadaş grubunun üyelerinden biridir Tsukuru Tazaki. Grup birbiriyle öyle iyi anlaşmaktadır ki, birbirlerinin herşeyini en ince ayrıntısına kadar bilmekte, neredeyse konuşmadan anlaşmakta, tüm vakitlerini birlikte geçirmektedirler. Tazaki, geriye dönüp baktığında gruplarını bir komün olarak adlandırmaktadır.
Grupla ilgili en ilginç konulardan biri, Tasaki dışında diğer her grup üyerinin soyadında renklerin olmasıdır. Dolayısıyla her bir grup üyesi soyadındaki renklerle çağırılmaktadır. Kızlardan biri Ak, diğeri Kara, erkeklerin ise biri Mavi diğeri Kızıl. Grubun, soyadında renk olmayan tek üyesi, bir başka deyişle en renksiz üyesi Tsukuru‘dur.
Bu durum sadece isimlerle kısıtlı da değildir Tsukuru için. Diğer arkadaşlarının hepsinin belirgin özellikleri, karakterini tanımlayan yetenek ve baskın kişilikleri varken, kendisini grubun en özelliksiz, en silik bireyi olarak görmekte ve bunun ezikliğini hissetmektedir.
Diğer renkli kahramanların aksine isminde ve karakterindeki renksizliğinin yanında, soyadının anlamı “yapmak, ortaya çıkarmak, inşa etmek” olan Tsukuru Tazaki, buna bir gönderme yaparcasına çocukluğundan beri çok ama çok sevdiği tren istasyonu binalarını yapabilmek için yanıp tutuşur ve bu amaçla diğer dört arkadaşını Nagoya’da bırakarak üniversite okumaya Tokyo’ya gelmesiyle komün için dağılma başlar. Her ne kadar bu durum temelde sadece aynı şehirde olmamaları anlamına gelse ve bir müddet uzaktan da olsa görüşmeye devam etseler de bir süre sonra kendisini yanlarında iyi hissettiği arkadaşları sebepsiz yere kendisine sırt dönerler ve gruptan atıldığını öğrenir. Nagoya’ya giderek arkadaşlarıyla konuşmak ve bunun sebebini öğrenmek istese de hiçbiri onunla konuşmak istemez.
Bu durum Tsukuru‘ya çok ağır gelir ve sonraki yıl onun için çok zor geçer. Defalarca ölümün kıyısına gelen ancak buna bir türlü cesaret edemeyen Tsukuru, Tokyo’da artık kendisine zul gelmeye başlayan yalnız yaşamını sürdürür. Ancak zamanla yaralarının kapandığını düşünse de, kendisini ait hissettiği belki de tek topluluk olan grubunun ona sırt çevirmesinin acısını hayatının sonuna dek unutamaz.
Bu uzun girişle yetinerek, kitabın tamamını anlatmadan bağlamak gerekirse, hikaye arkadaş grubundan atıldıktan sonra hayatını bunun nedenlerini düşünmek ve aramakla geçiren bu genç adamın başından geçenleri anlatıyor.
Bu noktada belirtmek gerek ki, yazar, kahramanının iç dünyasını, kendiyle hesaplaşmalarını, çevresindeki dünyayı anlama ve o dünyaya dahil olma çabalarını çok başarılı bir şekilde aktarmayı başarmış. Ancak romana tamamen psikolojik eser gözüyle bakmaya sebep olmuyor bu durum. Romanın içine başarıyla monte edilmiş küçük öyküler merak ve macera duygusunu baştan sona uyanık tutmayı sağlıyor. Fakat burada okuyucuyu tatmin etmeyen bir durum da sözkonusu ki buna birazdan değineceğiz.
Japon kültürünün sakinliğini baştan sona taşıyan konu ve anlatım, zaman zaman tempoda düşüşlere sebep olsa da Murakami‘nin gerçekten akıcı diliyle rahatça okunuyor. Anlatımda ve tasvirlerdeki derinliğe ve içi doluluğa rağmen dildeki basitlik ilk bakışta okuyucunun dikkatini çekecek cinsten. Öyle ki bu basitlik ortalama bir kitap okuyucusu olan beni zaman zaman acaba çevirilerde bir problem mi var diye düşündürdü. Bu konuda okuyacağım diğer Murakami eserlerinden sonra bir karara varabileceğim diye düşünüyorum. Belki de aynı kitabı İngilizce’sinden okumak da bir fikir verebilir diye düşünüyorum.
Ancak tekrar etmek gerekirse, konunun yer yer bazı okuyucuların “sıkıcı” olarak bile adlandırabileceği düşük temposuna rağmen, yazarın “kadifemsi” akıcı dili kitabı hiçbir zaman aynı seviyede değerlendirmeye gerek kalmadan rahatça okumayı mümkün kılıyor.
Kitap hakkında bahsedilmesi gereken bir başka özellik de başından sonuna müzikle kurulan bağlantılar. Öncelikle söylemek gerekli ki, kitabın bir müziği var ve bu Franz Lizst‘in “Années de Pèlerinage” yani “Hac Yılları” adlı piyano eseri. Kitabın adı da bu esere bir gönderme zaten. Bu ilk Murakami romanım olduğu için ben okurken net olarak anlayamadım ancak sonradan okuduğum yorumlarda gördüm ki anlattığı öykü ile müzik arasında bağlantı kurmak Murakami‘nin tüm eserlerinde rastlanan bir özellik aslında.
Biraz da konu ve dilden bağımsız olarak vereceğimiz bilgilerle devam edelim. Eser, yazarın Japonya’da 2013 yılında yayımlanmış 13. romanı. Başarılı eserleri ile hakettiği değeri gittikçe arttıran ve Japonya’nın 20. yüzyıldaki en önemli yazarlarından biri sayılan Murakami‘nin özellikle çok ses getiren 1Q84‘ten sonra gelen bu eseri dünyanın her yerinde büyük bir merakla beklendi. Özellikle İngiltere’de müzelerin cephelerini süsleyen devasa görsellerle süslenen, kitabevlerinde düzenlenen konserler, kahvaltılar gibi birçok organizasyonla zenginleştirilen, insanların gece yarıları sıraya girerek almak için saatlerce bekledikleri bir kitaptan bahsediyoruz.
Hayranları, tüm dünyada Murakami‘nin eserlerini merakla ve heyecanla bekler durumdalar zaten. Bu durum bu kitap için de aynen geçerli aslında. Bu hayranlık her yıl Nobel‘in açıklandığı dönemlerde de büyük bir beklentiye sebep oluyor ancak 1949 doğumlu yazar için henüz bu beklenti bir karşılık bulmuş değil.
Yukarıda bahsettiğimiz ve okuyucuyu tatmin etmeyen yön olarak belirttiğimiz özellikle yazımızı sonlandıralım. (Ancak bu noktada bir uyarıyı da eklemeden geçmek olmaz. Az sonra okuyacağınız satırlar kitabın sonu hakkında bazı ipuçları taşımaktadır.)
Kitap ana öyküsünün yanında bolca alt öykü de taşıyor demiştik. Karakterlerinin dayandırıldığı sağlam temeller ve bu temellerin etrafında ince ince dokunarak okuyucuyu sarmalayan, inandırıcılığı hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bu başarılı alt öykülerin birçoğu kitabın sonunda herhangi bir sonuca varmıyor ve bu durum okuyucuyu rahatsız edecek boyutta. Burada, tatmin etmeyen finallerden bahsetmiyoruz. Kitap boyunca, bir polisiye eser edasında tuğla tuğla örülen öyküler bile kitabın sonunda hiçbir açıklamaya kavuşmadan öylesine havada kalıyor.
Her ne kadar kitabın aceleye gelmiş olabileceği şeklinde eleştirilere sebep olsa bile bu durum hakkında okuyucuların genel yorumları, yazarın bu hikayelerin sonunu kasıtlı bir şekilde ucu açık olarak okuyucuya bırakma isteği olduğu yönünde. Bunun da sıklıkla rastlanan bir Murakami adeti olduğu belirtiliyor.
Murakami okumaya doğru eserle mi başladım bilinmez. Her ne kadar sonu çok fazla soru işaretiyle gelmiş olsa da zevkle okuduğum bir kitap olduğunu söylemek zorundayım. Bu sayede en kısa zamanda yazarın başka eserlerini de okuma isteğini taşıyorum.
Son bir söz de kapak hakkında. Farklı ülkelerde farklı kapaklarla çıkan kitabın aşağıda göreceğiniz Türkçe baskısının kapağı da içeriği ile gerçekten çok uyumlu. Ancak bu yazının ana görseli olarak da kullanılan, İngiltere’deki Harvill Secker yayınevinin baskısında kullanılan ve hemen üstteki görselde de sağ tarafta görülen kapak sanırım en güzeli. Ak, Kara, Kızıl, Mavi ve “Renksiz” Tsukuru‘yu çok güzel tasvir ettiğini düşünüyorum.
Bol kitaplı günler dilerim…
Bir yanıt bırakın